Neden Üzülmeliyiz?
Gene aklımı karıştıran, beni düşündüren bir konu ile karşınızdayım. Biraz kafa açıcı, biraz da deneyimlerle barıştırıcı olmasını umut ederek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Sizlere hepimizin deneyimlemekten kaçındığı ancak bir o kadar da gerekli olan bir şeyden bahsedeceğim: üzülmek! Bu üzülme meselesi o kadar istenmez ki, sevilmeyen uzaktan akraba misali görünce yol değiştirilir. Hadi kaçmadınız, kendinizi üzülmeye bıraktınız diyelim. Bu sefer çevrenizdekiler sizi oradan çıkarmaya çalışır, teselli etmek isterler. Çok iyi niyetlerle "lütfen üzülme" derler. Haklılar tabii, psikopatolojik bir durumdan söz etmiyorsak -psikopatolojileştirmeyi de hiç sevmem ancak istisnai durumlara işaret etmek için kullanayım madem-, üzülmek hepimiz için kötü bir deneyim diyebiliriz. Peki hakikaten üzülmemeli miyiz? Hep mutlu olmak mı ideal olandır? şeklinde sorularımı yönelterek, literatürü (okuduğum kadarını) önünüze seriyorum.
Üzülmekten neden bu kadar çok kaçtığımızı düşünürken, bir yandan da bunun tam aksi olan bir çerçeve ile -yani mutluluğun peşinden koşmak ile- işe başlayabiliriz diye düşündüm. Mutluluğu hepimizin istediği oldukça aşikar ve anlaşılır bir durum. Ancak bunun yanında, Mauss ve arkadaşlarının 2011 yılında yayınladıkları makaleye göre; mutluluğa çok fazla paha biçmek, değer yüklemek ve mutluluğu çok fazla idealleştirmek hayal kırıklıklarını artırabiliyor ve de Mauss ve arkadaşları buna "mutluluğun paradoksal etkisi" diyorlar. Şöyle ki, mutluluğa çok fazlaca paha biçip ona ulaşmak isteyen insanların; kendilerine bu yolda epey yüksek standartlar koyduğunu ve bu nedenle mutluluğa ulaşma yolunda hayal kırıklıklarına uğrayabildiklerini söylüyorlar. Yani diyebiliriz ki, mutluluğa biçilen değer ne kadar yüksekse, koyulan standartlar da bir o kadar yüksek olabiliyor ve aslında mutluluğa ulaşma yolunda bize destekten çok köstek olabiliyor. Yani bu araştırmayı ve bu paradoksu anlatırken aslında şunun sorgulamasını yapıyorum: mutlu olmak için aslında üzülmeye de ihtiyacımız var mı? diyerek sizleri başka bir paradoksa sürüklüyor ve bu kısmı ucu açık bırakıyorum (Fikirlerinizi yorum olarak bırakırsanız okumaktan mutluluk duyarım).
Biraz kafa açtıktan sonra, şimdi de üzülmenin pratikte ne işe yarayacağını biraz konuşalım. Amerika'da yapılan bir ankete göre (2013), mutsuzluk ve endişe duygularını daha çok deneyimleyen insanların daha anlamlı bir hayat sürdükleri ortaya çıkmıştır. Mutsuz ve endişeli olacaksam anlamlı yaşasam ne olur dediğinizi duyar gibiyim. Ancak burada sürekli bir mutsuzluk ya endişeden bahsedilmediğini belirtmek isterim. Sürekli mutsuz ve endişeli olmak başka bir şey, bu duyguları deneyimlemeye izin vererek, bu duygulardan bir şeyler öğrenmek başka bir şey. Ya da şunun altını çizmek isterim ki, Baumeister ve arkadaşlarının (2012) yaptığı bir araştırmaya göre, anlamlı bir hayat sürmenin, mutlu bir hayat sürmekten daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır. Makalelerinde mutluluğu, istenilen şeyin elde edilmesi sonucu ortaya çıkan duygu olarak, anlamlılığı ise kendi benliğini ifade etmek ve yansıtmak ya da başkaları için bir şeyler yapmak olarak tanımlamışlar. Aynı zamanda, mutluluğun şimdiki zamanla ilgili olan bir duygu durumu olduğundan bahsedip, anlamlılığın ise geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek ile bütünsel bir duruş sergilediğinden söz etmişler. Yani şöyle ki, geçmişte yaşanılan üzüntüler şimdiki zaman mutluluğu düşürse de, o üzüntülerden bir şeyler öğrenerek, daha anlamlı yaşamayı mümkün kılabiliyor. Buna ek olarak, anlamlılık, kaçmamızın mümkün olmadığı üzüntü deneyimi ile barışmamıza yardımcı oluyor.
Son olarak, aslında bu bloğu yazmaya karar vermeme neden olan sebebe ufacık değineyim: üzüntüyü nasıl atlatabiliriz? Öncelikle, herkesin üzüntüyle baş etme yöntemi vardır. Genel-geçer tavsiyeler herkes için işe yaramayabilir. Halihazırda baş etme yöntemleriniz varsa (mümkünse size zarar vermeyenlerden. Hani yemek yiyorsanız falan yiyin de, buzdolabını yemeye de gerek yok sanırım) onları kullanın. Yoksa da deneyin, size iyi gelen şeyleri keşfedin. Ama en önemlisi: öncelikle biraz üzülün! Korkmayın, kimse sonsuza dek üzgün kalamaz (bununla ilgili araştırmalar da var, bu blogda sizleri baymayayım belki sonra onları da konuşuruz). Bir arkadaşınız size çok üzgün olduğunu söylerse, "üzülme ya değmez" demeyin. "Üzülmek için sebeplerin var, seni anlıyorum" deyin. Ha bir de tam bu noktada, en sevdiğim terapi tekniklerinden biri olan paradoksal müdahaleyi anlatmak isterim. Bu teknikte, danışandan problem olarak getirdiği şeyi biraz daha deneyimlemesi isteniyor. Örneğin; çok üzgün olduğunu ve bundan kurtulmak istediğini söyleyen danışana "bugün kendine bir saat ayarla ve bu saatte elinden gelebildiğince üzül" deniliyor. Böylece, danışan üzüntüsünü bastırmak yerine onu yaşamak için kendine izin veriyor ve yaşayarak üstesinden gelebiliyor.
Tam bu blogu yazarken, -tamamen bir rastlantı olarak- bir arkadaşım yanımda Mutluluk 2.0 adında bir kitap okuyordu. Rastgele açtığım sayfalardan birinde bu söze rastladım, paylaşmadan edemedim.
"Tüm kalbiyle ağlamayı bilmeyen gülmeyi de bilemez."
Golda Meir
Üzülmekten neden bu kadar çok kaçtığımızı düşünürken, bir yandan da bunun tam aksi olan bir çerçeve ile -yani mutluluğun peşinden koşmak ile- işe başlayabiliriz diye düşündüm. Mutluluğu hepimizin istediği oldukça aşikar ve anlaşılır bir durum. Ancak bunun yanında, Mauss ve arkadaşlarının 2011 yılında yayınladıkları makaleye göre; mutluluğa çok fazla paha biçmek, değer yüklemek ve mutluluğu çok fazla idealleştirmek hayal kırıklıklarını artırabiliyor ve de Mauss ve arkadaşları buna "mutluluğun paradoksal etkisi" diyorlar. Şöyle ki, mutluluğa çok fazlaca paha biçip ona ulaşmak isteyen insanların; kendilerine bu yolda epey yüksek standartlar koyduğunu ve bu nedenle mutluluğa ulaşma yolunda hayal kırıklıklarına uğrayabildiklerini söylüyorlar. Yani diyebiliriz ki, mutluluğa biçilen değer ne kadar yüksekse, koyulan standartlar da bir o kadar yüksek olabiliyor ve aslında mutluluğa ulaşma yolunda bize destekten çok köstek olabiliyor. Yani bu araştırmayı ve bu paradoksu anlatırken aslında şunun sorgulamasını yapıyorum: mutlu olmak için aslında üzülmeye de ihtiyacımız var mı? diyerek sizleri başka bir paradoksa sürüklüyor ve bu kısmı ucu açık bırakıyorum (Fikirlerinizi yorum olarak bırakırsanız okumaktan mutluluk duyarım).
Biraz kafa açtıktan sonra, şimdi de üzülmenin pratikte ne işe yarayacağını biraz konuşalım. Amerika'da yapılan bir ankete göre (2013), mutsuzluk ve endişe duygularını daha çok deneyimleyen insanların daha anlamlı bir hayat sürdükleri ortaya çıkmıştır. Mutsuz ve endişeli olacaksam anlamlı yaşasam ne olur dediğinizi duyar gibiyim. Ancak burada sürekli bir mutsuzluk ya endişeden bahsedilmediğini belirtmek isterim. Sürekli mutsuz ve endişeli olmak başka bir şey, bu duyguları deneyimlemeye izin vererek, bu duygulardan bir şeyler öğrenmek başka bir şey. Ya da şunun altını çizmek isterim ki, Baumeister ve arkadaşlarının (2012) yaptığı bir araştırmaya göre, anlamlı bir hayat sürmenin, mutlu bir hayat sürmekten daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır. Makalelerinde mutluluğu, istenilen şeyin elde edilmesi sonucu ortaya çıkan duygu olarak, anlamlılığı ise kendi benliğini ifade etmek ve yansıtmak ya da başkaları için bir şeyler yapmak olarak tanımlamışlar. Aynı zamanda, mutluluğun şimdiki zamanla ilgili olan bir duygu durumu olduğundan bahsedip, anlamlılığın ise geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek ile bütünsel bir duruş sergilediğinden söz etmişler. Yani şöyle ki, geçmişte yaşanılan üzüntüler şimdiki zaman mutluluğu düşürse de, o üzüntülerden bir şeyler öğrenerek, daha anlamlı yaşamayı mümkün kılabiliyor. Buna ek olarak, anlamlılık, kaçmamızın mümkün olmadığı üzüntü deneyimi ile barışmamıza yardımcı oluyor.
Son olarak, aslında bu bloğu yazmaya karar vermeme neden olan sebebe ufacık değineyim: üzüntüyü nasıl atlatabiliriz? Öncelikle, herkesin üzüntüyle baş etme yöntemi vardır. Genel-geçer tavsiyeler herkes için işe yaramayabilir. Halihazırda baş etme yöntemleriniz varsa (mümkünse size zarar vermeyenlerden. Hani yemek yiyorsanız falan yiyin de, buzdolabını yemeye de gerek yok sanırım) onları kullanın. Yoksa da deneyin, size iyi gelen şeyleri keşfedin. Ama en önemlisi: öncelikle biraz üzülün! Korkmayın, kimse sonsuza dek üzgün kalamaz (bununla ilgili araştırmalar da var, bu blogda sizleri baymayayım belki sonra onları da konuşuruz). Bir arkadaşınız size çok üzgün olduğunu söylerse, "üzülme ya değmez" demeyin. "Üzülmek için sebeplerin var, seni anlıyorum" deyin. Ha bir de tam bu noktada, en sevdiğim terapi tekniklerinden biri olan paradoksal müdahaleyi anlatmak isterim. Bu teknikte, danışandan problem olarak getirdiği şeyi biraz daha deneyimlemesi isteniyor. Örneğin; çok üzgün olduğunu ve bundan kurtulmak istediğini söyleyen danışana "bugün kendine bir saat ayarla ve bu saatte elinden gelebildiğince üzül" deniliyor. Böylece, danışan üzüntüsünü bastırmak yerine onu yaşamak için kendine izin veriyor ve yaşayarak üstesinden gelebiliyor.
Tam bu blogu yazarken, -tamamen bir rastlantı olarak- bir arkadaşım yanımda Mutluluk 2.0 adında bir kitap okuyordu. Rastgele açtığım sayfalardan birinde bu söze rastladım, paylaşmadan edemedim.
"Tüm kalbiyle ağlamayı bilmeyen gülmeyi de bilemez."
Golda Meir
Yorumlar
Yorum Gönder